Evet ben de onlardanım. Çook çook mutlu olup ardından hemen üzülecek bir şey bulup yastıkların altına kafasını gömüp dışarı çıkmak istemeyen, iş yerinde suratı asık, ciddi ve manyak derecesinde işkolik olan “ağrıza” diye tanımlanan o hatunlardan. Siz de payınızı aldınız tabiki. Editor de 2 haftadır benden yazı bekliyor biliyorum ama napayım bazen böyle domuzluğum tutuyor en yakın arkadaşlarıma bile.
Yazıyorum, susuyorum, dinliyorum bir yandan. Zeki Müren’i dinliyorum bu sefer. Ama en çok düşünüyorum… Evet bazen düşünüyorum, bazen yaşıyorum. Düşündükçe pişman oluyorum, üzülüyorum kendime. Yaşadıkça da mutlu oluyorum, umursamıyorum. Ama şu an düşünüyorum yine işte. Yani nerdeyse ağlayacağım. Aklım oyun yapmayı çok seviyor bana. Bir önceki yazımda ilk aşkım Federico ile nasıl seviştiğimi, nasıl aşka doyduğumu anlattım. Aşkı ne kadar özlediğimi. Ondan öncesinde gereksiz yere ölümcül hastalıklı bir ilişki yaşadığım Hakan’ı ve bir de Emir var tabi bahsettiğim. Düşünüyorum da ne gerek vardı diyorum bazen. Ne gerek vardı bunca insanla böyle saçma sapan şeyleri yaşamaya? Aklımda fikrimde neden “bir erkek” var benim? Bilmiyorum. Derdim erkek mi gerçekten?!
Tamam kabul ediyorum. Yaşanması gerekiyordu. Yaşandı. Bitti. Ben hala düşündüğüme göre nasıl bitti tabi değil mi? Aslında tam da bitemedi hiçbir şey. HİÇBİRİ.
Bitemez ki, nasıl bitsin? Çok mu safım acaba?
Evet, çok kolay inanabilliyorum. Biliyorum. Tam bir aptallık belki de bu yaptığım. Federico’ nun son sözlerini önemsemeyeceğim ama bu sefer çok kararlıyım. Önemsememeliyim yani, anlam yüklememeliyim. Kelimeler değersiz. Ben eylemlere bakan bir insanım işte. Bana o kadar laf saydı, döndüğümden beri bir kere aradı sadece. Hani nerde o sözler nerede gel beraber olalımlar? O da yok işte. Ben bana, hislerle dokunduğunu sanıyordum, belki de onun sevişme seviştirme tarzı buydu ve ben inanmak istediğime inanmıştım. Hepsi ihtimaller dahilinde.
Belki de erkekler genel olarak böylelerdir. İlgisizdirler. Fazla düşünmezler. Hatta hiç düşünmezler çoğu zaman. Hele ki kadınların ne düşündükleri umurlarında değildir belki de. Ben çözemedim. Yani biraz çözer gibi oluyorum her seferinde ama, sonu kördüğüm işte. Ben onları ilgisiz, duyarsız, önemsemeyen, aklı fikri sekste ve parada olan insanlar olarak kabul ederken, sonra biriyle tanışıyorum, belki bu sefer her şey yolunda gidecek diye umutlanıyorum, kendime şans tanımak istiyorum. İşin içine kendimi sokunca ise her şey kördüğüm. Yaşadığım ilişkilerin başıyla sonu arası bir adımlık yol sanki. Ben ise hayatımı uzun ince bir yol olarak görüyorum, başı sonu uçsuz bucaksız… Uçsuz bucaksız bir adam.. Hayal ediyorum.. Evet henüz karşılaşmadık. Ama biliyorum onu bulacağımı. Bu açıklaması zor bir his sadece biliyorum bir yerde bekliyor beni.
Galiba olayları komplike hale getiren benim her seferinde. Hep uçlarda yaşıyorum ve çok yoğun yaşıyorum. Dibe vurup çıkmakta üstüme yok. Hatta belki de dibe vuracak bir şey olmadığı halde ben bayan drama queen her şeyi büyütüyorum. Kabul, bazen anda yaşarken mutluluğun da dibine vuruyorum, öfkenin de. Hırçın yaşıyorum ben. Belki ben de buna alıştım ve normal insanların yaşadığı normal ilişkiler beni çekmiyor.
Dünya sen nasılsan öyledir derler ya, zaten ben kendimi de çözemedim hala. O yüzden bunları yaşıyorum. Ne istediğimi biliyor muyum acaba? Kendime dair her gün yeni şeyler keşfediyorum. Her şeyi en rutin haliyle yaşarken bile, kendimi öğreniyorum. Mesela her gün, en basiti, uyandıktan sonra yüzümü yıkıyorum, dişimi fırçalıyorum. Bunu her gün istisnasız yapıyorum. Ya da bazen yemek yemediğim günler oluyor ama, ne olursa olsun su içmediğim gün yok. Hafta içi her gün işe gidiyorum, her sabah geldiğim bu ofiste önce bir bardak çay, sonra bir fincan sütle yapılmış neskafe içiyorum. Bunların hepsini her gün yapıyorum. Her gün aynı şeyleri yapmak ne sıkıcıymış yazarken içim bayıldı resmen. Belki ama böyle olduğunun inanın farkında bile değildim yazmadan önce.
Evimi düşünüyorum şu an. Eda’yı bir arasam da beraber Kadıköy antikacılarına filan mı gitsek acaba? Evim mi? Kafam allak bullak. Kendimi oraya da ait hissetmiyorum. Ama anlattıkça içindekileri seviyorum. Mor, mavi, yeşil ve beyaz hakim yatak odama mesela. Salonum ise bembeyaz. İlk defa görenler şaşırıyorlar. Saf görünmüyor muyum acaba eskisi gibi? Her tarafı fotoğraflarla süslü, duvarlarında kendi ellerimle yaptığım soyut, sürrealist resimlerin olduğu biraz rengarenk biraz bomboş küçücük bir evim var. Gördünüz ya evim de iç dünyamın zıtlıklarını yansıtıyor sanki. Ama sallanan koltuğum varki canımın içidir kendisi. Camın önünde durur. Bazı günler konuşurum onunla. Yanlış duymadınız evet konuşurum. Sanki beni en içten dinleyen varlık o dünyamdaki. Hiç elime kitap alıp okuyamam ama. Çünkü iki sallanınca o sandalyede uyuyup kalıyorum hemen. Sanki küçük bir kızçocuğunun babasının güçlü kolları arasında uyuyup kalması gibi.
Absürd bir şey söyleyeceğim şimdi ama, kitabı tuvalette okumaya başlayınca daha iyi konsantre oluyorum nedense. Bu da çok saçma, adam gibi koltukta okusana şu kitabını be kadın! 🙂
….
Bazen çok yoruluyorum renklerden. Gece bile tam karanlık olmuyor sokak lambalarından. Siyah bir battaniyem var, örme, araları minik minik delikli. Renklerden ışıklardan yorulunca altına saklanıyorum yatakta. Kapkaranlık oluyor. Uyandığımda da ışıklar deliklerin arasından içeri sızıyor. Sabahları yalancı yıldızlarla uyanıyorum. Hoşuma da gidiyor hani. Sevmiyorum diyemem. Kendi kendime eğleniyorum işte. 🙂
Bir sürü bitki yetiştiriyorum evde. Maydanozumu, nanemi, fesleğenimi mutfak camının önündeki saksılarda yetiştiriyorum. O kadar çok seviyorum ki bitkilerimi, onlar canlı ve birlikte yaşıyoruz biz. Değer görmeyi çoğu insandan çok hak ediyorlar. Bir tane de hayvan beslemek istiyorum aslında ama kendimle çelişkideyim, evde hayvan beslemek ne kadar doğru olur ki? Onların yaşaması gereken yer doğa diye düşünüyorum. Eve kapatarak hiçbirinin özgürlüğünü kısıtlayamam ama keşke hayvan arkadaşlarım da olsaydı. Sandalyeden sonra hayvan arkadaş çok klişe geldi kulağıma. Vazgeçtim hemen bu düşünceden. Ama birgün sırf o sokaktaki eziyetlerden kurtarmak için bir tane kediciği kolumun altına alabilirim.
Neden evimi anlattım bilmiyorum. Evime daha fazla değer vermeliyim sanırım. Yarın işten sonra, evime gidip güzel yemekler pişireceğim kendime. Mis gibi yemek kokusu duvarlara sinsin. Mumları yakacağım ve evimle başbaşa olmanın keyfini çıkaracağım. Kimse de bizi rahatsız etmeyecek.
Geçenlerde “Evim Sensin” e gittik, etkisinde kaldım heralde. Hüngür hüngür ağladık bütün salon. Çok duygusal bir filmdi. Ben zaten sulu göz, daha ilk sahnelerde baba-kız diyaloğunda gözlerim dolmaya başlamıdı zaten. Yalnız Özcan Deniz’in Biscolata erkeği gibi gösterilmesi de dikkatimi çekmedi değil. İlk yarıyı böye bitidik. Kendimi ağlayacağıma öyle bir inandırmışım ki, ikinci yarı selpaklarla girdik salona ve kayış koptu tabii. Gerçekten de biri var ki o sizin eviniz oluyor. Kendinizi ait hissettiğiniz yer bir insan oluyor. O zaman nerede yaşadığınızın hiçbir önemi kalmıyor. İster İtalya’da yaşa ister Tayvan’da farketmiyor. Evet ben bu adamla, kutuplarda bile yaşarım diyorsunuz.
Benim evim şimdilik yukarıda okuduğunuz gibi renkli gibi olan ve şirin. Ve gördüğünüz gibi ete kemiğe bürünemedi. O da olacak bir gün, inancım var. Cidden.
🙂
Gülmeyin ama halime. Ne var şurda iki satır elime ne düşüyorsa onu yazdım dudaklarımdan.
Hadi haftaya aklı başında bir Özüm’le görüşmek üzere…
Bu şarkı tek kelimesini bile anlamayacak olan sevgili Fedeciğime ithaf edilmiştir efendim. Saygılar.