İç Sesim: Let’s be Weird Together

Geçen hafta uçağı kaçırınca yazı da gecikti haliyle. Biliyorum merak ediyorsunuz neler oldu diye. O kadar güzel bir tatildi ki o kadar güzeldi ki İtalya.

Ayrılığı zorlaştırsa da, onu bana kötü hatırlatacak hiçbir şey yaşamamamız iyi bir şey. Fede sen ne muhteşem bir adamsın. Yaralarıma pansuman olan, beni iyileştiren bir adamsın. Sen hayatımda var olmaya devam ettikçe, uzaktan da olsa, bileceğim ki beni yürekten seven biri var bu dünyada.

Geçen hafta çarşamba geldim İstanbul’a. Bu sefer İtalya bambaşkaydı benim için. Hani vintage şaraplar içer, kostümler giyer nostalji yaparsınız ya, bana eski olan her şeyi sanki ilk defa yapıyormuşum, görüyormuşum, tadıyormuşum gibi hissediyordum. Yıllar önceki küçük Özüm’ün yeni tattığı her şeyin heyecanını yaşadım resmen. İnanır mısınız Aşıklar Çeşmesi’ne gitmek bile beni çok heyecanlandırmıştı. Halbuki ben Roma’da yaşarkan Aşıklar Çeşmesi, İstanbul’da yaşarken Ortaköy’e gitmek gibi bir şeydi olmuştu ilk seferinden sonra.

Evettt artık baştan sona anlatmaya başlıyorummm. Havaalanından annem almaya geldi. İlk gün onunlaydım. Ertesi gün de öyle. Aslında her gün onunla vakit geçirdim. Ne iyi geldi. Uzun zaman sonra ana kuzusu olmak, çok huzur verici. Yaşım kaç olursa olsun ben onun bebeğiymişim. Koşulsuz sevgi böyle bir şey olsa gerek. Beni kollarının arasına aldı, sarılarak uyuduk ilk gece. İtalya’ya gidip daha ilk günden kuru fasülye, pilav yemek de ayrı bir olay tabi. Annem ben geliyorum diye döktürmüş yine ama benim vazgeçemediğim kuru fasülye pilav başrolde. 😀

Anne kız yaşadıklarımızı en özelde bırakıp, Federico’ya gelmek istiyorum bir an önce. Ay çok heyecanlıyım. İlk gün görüşemedik tabi ama telefonum susmadı. Ama hep Federicom arıyor, hep Fede. Ertesi gün hemen buluştuk. Geldi, aldı beni evden. Karşımdaki kesinlikle liseli çocuk değildi artık. Büyümüş, olgunlaşmış, bakışları, yüz hatları keskinleşmiş kirli sakallı bir adamdı. Konuşacak o kadar çok şeyimiz vardı ki. Kim bilir ne fırtınalı aşklar yaşamıştı. Böyle bir erkek kadınlar tarafından kolay kolay rahat bırakılmaz çünkü. Ben burda yaşasam asla bırakmazdım onu, ona rağmen. Bir keresinde, bana rağmen beni sevdiğin için yerin hep özel kalacak, il mio sole, demişti. Kaldı ki gördüğünüz gibi hala tam anlamıyla bırakmış sayılamam.

Hala mızıka çalıyor muydu peki?

Bana baktığı gibi başkasına bakmış mıydı?

Aşık olmuş muydu hiç?

Benim için neler düşünüyordu?

Ve daha bir sürü soru vardı sormak istediğim. Bunların hepsini bilmek istiyordum. Tabii ki soramadım. Sorduğum tek soru hala mızıka çalıp çalmadığıydı. Biraz sinyal vermek istemiştim sadece, o geceyi unutmadığımı hissettirmek için. Ve onu kendi haline bıraktım, yaşadıklarını anlatması için. İlk buluşmamızda olduğu gibi ben kahveyle o beyaz şarapla başladı sohbete. O kadar derin bakıyordu ki gözlerimin içine, sanki kalbimi görüyormuş gibi. Sonra ver elini en kekremsi Chianti. O ne istediğini çok iyi biliyordu. Sadece ben değildim soruları olan, o da biriktirmiş içinde bir sürü şey. Hakan’ la ilişkimiz, Roma’ ya iş seyahatine geldiğimizde, onun Federico’yu görüp bana olan ilgisini anlayıp Fede’ yi kıskanmasıyla başlamıştı. Sağlıklı bir ilişki hiç böyle başlar mı? Fede bu durumu o zaman anlamış. Dolaylı yoldan bu konuya gelmeye çalışıyordu ama ben de dünkü çocuk değilim tabi. Fazla detaya girmeden kimseyle şu anda ilişkimin olmadığını söyledim ve sözü ona bıraktım. Dakikalar saatler oldu. Aramızdaki elektrik o kadar netti ki, ikimiz de o anda, olduğumuz noktada birbirimize aittik. Hissediliyor bu. Bir insan gözünü bir saniye olsun üstümden ayırmaz mı? Gözlerimiz sürekli, durmadan iletişimde. Aramızda her an bir dokunuşla, bir nefesle yıkılabilecek havadan duvar. Yine de eski alışkanlıklar işte, beni gece yarısından önce eve bıraktı. Anneme söz vermiş yine 🙂 Canım annecim ne kadar uzun zaman geçirebilirse benimle, onun hesabını yapıyormuş.

Gördüğüm, konuştuğum bir tek oydu. Diğerlerinin geldiğimden haberi yok diye düşünmüştüm, hatta herkes dağılmış olabilirdi. Beni

Roma’ya çağırdığında, diğer arkadaşlarımı da çok özlediğimi, onları görmek istediğimi söylemiştim. Fede de görüşemiyormuş kimseyle. Sonuçta her birimiz, hayatın estiği yöne doğru savruluyorduk. Nitekim de öyle olmuş, hepimiz savrulmuşuz. Bir tek Federico kalmış Roma’da.
Ama Federico, diyorum ya muhteşem bir adam diye, Sylvia ve Fabio’yu ( ne güzel hala ayrılmamışlar bu arada ) Milano’dan, Simon’ı da Bari’ den çağırmış toplamış nasıl yapmışsa her şeyi organize etmiş, haftasonunda bana süpriz hazırlamış. Cumartesi akşamı Hard Rock Cafe’yebir götürdü beni. Bi’ baktım hepsi karşımda 😀 Eve girmedik gece. Fontana di Trevi’ ye ( Aşıklar Çeşmesi ) gittik, Hard Rock Cafe’den çıkınca. Bir sürü saçmaladık çocukça. Ama artık çocuk değildik. Hepimizde çok belirgin kadınlık ve erkeklik vardı. Artık çocuk değildik. Lisedeyken de bu çeşmeye gelir dilek dilerdik, yıllar sonra yine aynı şeyi yapıyoruz. Aynı ben, aynı arkadaşlar, aynı yer ama dileklerim değişmiş. Yani eskiden oraya gidiyim, şunu alıyım, bu beni sevsin, sınavlarımdan geçiyim, tek başıma yaşayayım diye dileklerim varken şimdi ruh halleri diliyorum kendime. Güzel ruh halleri, sakin ruh halleri, durulma isteği, iyileşme dileği diliyorum kendime. Evet dileklerim artık başkaları için değil, maddesel değil, tamamen ruhuma yönelik olmuş. Ruhum aşk olsun, diliyorum. Ruhum taşkın su olsun. Aksın gitsin, kayalara, taşlara takılmadan.

 

Annem pazar akşamı için bizim eve davet etmiş hepsini. Onun bu süprizden haberi varmış meğer. Gece 2 gibi Fede’ yle ben eve gitmek üzere bizimkilerin yanından ayrıldık. Hava çok güzeldi. Soğuk olmasına rağmen, ben hiç üşümüyormuş gibi hissediyordum. Federico bana sormadan, eve gitmek istemediğimi söyledim. Beni bilmediğim bir yere götürmesini istedim. Asırlar beklediği bir arzuymuşçasına gülümseyerek isteğimi yerine getirdi. Saat gecenin üçüydü, bütün gün benimleydi ve ben benimle olmasını istiyordum. Ya da ben onunla olmak istiyordum. Ostia’ ya götürdü beni. Buraya eskiden de gelirdik hep ama güneşin doğuşunu izlemeye hiç gelmemişiz. Ostia’ nın o halini hiç bilmiyormuşum. Geldiğimizde bana bunları söyledi. Bagajından battaniye ve kırmızı şarap çıkarttı (meğer zaten o da başbaşa kalabileceğimiz bir anı bir işareti bekliyormuş) sahile indik. Hava hala karanlıktı ama hiç bulut yoktu. Gökyüzü tertemiz, yıldızlar parıl parıldı. Kumların üzerine uzandık. Dalga sesinden başka bir ses yoktu. Önce sadece ellerimi tutuyordu. Yavaş yavaş üşüdüğümü farkedince, batteniyeyi üstümüze örttü beni kendisiyle sardı. Sıcak nefesini boynumda hissediyordum. Ateştim, baruttu…

ve güneşin doğmasına en az iki saat vardı.

Özüm Akçalı

Aşk kadınımız. Israrlarımıza dayanamarak sonunda Türk filmi tadındaki aşk hayatını siz sevgili okuyucularımızın hizmetine sundu. Özüm'ün aşk hayatında hepiniz biraz kendi hikayenizi bulacaksınız. Biz de o sebepten ısrar ettik ya yazarımız olsun diye. Özüm'ün Günlüğü'ne her Salı buradan ulaşabilirsiniz.

1 Comment

Leave a Reply