Düşler Şehri Londra – 2

27 Temmuz 2012 akşamı Londra muhteşem bir gece yaşadı. Nedeni ise tabii ki 2012 Olimpiyatları’ nın Açılış Seromonisi’ di. Ben Londra’ da yaşarken her gün İngilizlerin bu geceye nasıl hazırlandıklarını gördüm. Ciddi anlamda çok çalıştılar, çok büyük emek sarfettiler ve yatırımlar yaptılar. Şimdi görüyorum ki yaptıkları her şeye değmiş.

Bu yaz Londra’ da her gün ayrı bir festival, dünyanın her ülkesinden binlerce insan birlikte aynı havayı soluyor, birlikte gülüyor ve eğleniyor. Ne kadar güzel! Buradan, ülkemizi temsil eden sporcularımıza ve onları desteklemek için Londra’ da olan bütün sporseverlere sevgilerimi ve enerjimi yolluyorum. Ve tabii ki hazır oraya kadar gitmişken bu güzel şehrin tadını çıkarıp, “AN” ı yaşamalarını diliyorum. 😉

 

 

İngiltere’ ye gidip de fish & chips yemeden, çay kültürünü öğrenmeden, tiyatrolara gitmeden, sergileri müzeleri gezmeden, köşebaşı publarında happy hours keyfini yaşamadan, alış veriş yapmadan dönmek olmaz. Sizlere, Londra’ da nerede ne yapılır teker teker anlatacağım.

Öncelikle sabah keyfinden başlıyorum. İngiliz kahvaltısı çok meşhurdur. İçinde yumurta, tatlı soslu fasulye, patates kızartması, tereyağı, sosis, sucuk, salam ne ararsan var yani. Ben nerdeyse 7 ay sonra vejetaryen İngiliz kahvaltısı buldum da yedim. O tatlı fasulyeyi yemeseydim gözüm arkada kalacaktı. Klasik İngiliz kahvaltısını her yerde bulabilirsiniz. Putney Rocket’ te kahvaltımı yaparken Thames Nehri’ne karşı, yanımdaki masada oturan yaşlı çift beyaz şarabını içiyordu. Hava güneşli olduğu için, ki böyle günler Londra’da çok kıymetli ve enderdir, herkes erkenden güne başlamıştı.

Ayrıca sabahları yürüyüş, koşu, yoga veya meditasyon da yapabilirsiniz. Bu tür aktiviteler için, Hyde Park, Kew Riverside, Putney, Wandsworth parkı gayet uygundur. Ben hep Putney nehir kenarında yapardım yürüyüşlerimi. Su ve ağaçlar bir arada olduğundan, ikisi arasındaki uyum ruh halimi dengede tutmamı sağlıyor, dinginleşiyordum.

Gezilip görülecek o kadar çok yer var ki, bana göre en ilham verici olanından başlıyorum. Trafalgar Square’ deki The National Gallery, içinde muhteşem sanat eserlerinin olduğu bir galeridir. Giderseniz Van Gogh, Michelangelo, Monet, Rembrandt, Leonardo Da Vinci gibi dehaların ve daha fazlasının muhteşem eserlerini görebileceksiniz, kesinlikle gidin derim. Galeriden çıktıktan sonra Trafalgar Meydanı’ndan Charing Cross’ a doğru yürümeye devam ederseniz, sağ tarafınızda Chicago müzikalinin oynandığı tiyatroyu göreceksiniz. Fırsatınız varken en yakın tarihe hemen bilet alın, muhteşem bir gösteridir. Ama tarzınıza pek uymuyorsa başka müzikaller de var tabii ki, Billy Elliot, Wicked, We Will Rock You, The Phantom of the Opera, Thriller, Les Misreables…

 

 

Londra sanatın her dalı için dünyada merkez olmuş. Mesela Tate Modern, Saatchi gibi sanat galerilerinde son dönem sanatçılarının eserlerini görebilirsiniz. Hatta Tate Modern’ de şu aralar Damien Hirst’ in çok ilginç bir sergisi var. National History Museum girişinde sizi karşılayan devasa bir dinazor göreceksiniz ve dünyamızın değişik evrelerine, zamanlarına ait değerli bulgular. Science Museum ise bilimle ilgili olanların gitmek isteyeceği yerlerden bir tanesi, ayrıca çocukların da kesin görmesi lazım. Belli mi olur bir tanesi etkilenir de belki bilim adamı olur, ne de güzel olur.

Afternoon tea, yani bizim deyişimizle 5 çayı vakti geldiğinde, ki İngilizler daha çok öğleden sonrayı tercih ediyorlar çay ve kahve için, gidebileceğiniz harika bir yer biliyorum. Sloane Square’ de “Mess” diye bir mekan. Aynı zamanda Saatchi Gallery’ nin de tam yanında. Harika bir çay menüleri var. Tabii isterseniz otellerde de bu keyfi yapabilirsiniz ama biraz pahalıya patlayabilir. O yüzden Mess iyidir. Resimlerde görünce zaten bayılacaksınız. Şahsen ben İngilizler’ in sofra kültüründen en çok çay vaktini seviyorum. Çay için ayırdığım her zaman çok özeldir.

 

 

Müzelerden, sergilerden ve çay keyfinden sonra olmazsa olmazımız tabii ki alışveriş. Ama onu da burada iki satırla anlatmak istemiyorum doğrusu. Londra’ da alışveriş nasıl yapılır, bunu bir sonraki yazımda anlatacağım. Bu nedenle direk İngiliz publarını anlatmaya başlıyorum.

3-4 yüzyıl öncesinden kalma, belki daha da eski, her tuğlasında bir hikaye olan yaşlı yapılar… İngiliz sokakları böyle yapılarla dolu işte ve kendi kültürlerinin sembolü olan publarla. Bu pubların hepsi o kadar sıcak ve keyifli insanlarla ve eğlenceli aktivitelerle dolu ki, asla canınız sıkılmaz. Hatta dışarıya dönük bir insansanız etrafınız hemen sizinle sohbet etmek isteyen insanlarla dolar. Ama tabii şunu da belirtmeliyim, biri sizinle rastgele konuşmaya başladı diye sakın beklenti içine girmeyin, çünkü bu tip durumlar gayet doğal ve olabilitesi yüksek durumlar. 😉

 

 

Soho, Chinatown, Camden, Leciester Square, Putney, Glocuester Road, Carnaby Street, Great Marlborough Street… Buralar benim müdavimi olduğum yerlerdir. Putney’ de Spotted Horse, Citizen Smith, Wetherspoon, Boathouse ve Rocket evime yakın olduğu için sürekli gittiğim yerlerdi. Özellikle Rocket favorimdir. Bir de hava güzelse Rocket’ in manzarasına da keyfine de doyum olmaz. Harika bir yer. Glocuester Road’ da Stanhope Arms, Camden Town’ da The Ice Wharf, Chinatown’ da O’neills, Great Marlborough’ da Sheakespeares Head… Bir sürü bir sürü pub var daha. Ayrıca her pubta fish & chips de bulabilirsiniz ama benim tavsiyem Boathouse veya Rocket’ te yemeniz olurdu.

Her biri birbirinden mükemmel “AN” lar diliyorum.

Devam edecek…

 

 

[imagebrowser id=78]
E. Gonca Ekinci

O ekibimizin en genç üyesi. Londra' da yaşıyor. Çok yer gezip gördüğü için ekipcek onu gezme/ tozma bölümünden sorumlu editör yapma kararını aldık. Üniversite hayatı boyunca 3 farklı okula gitmesinden bunu anlamıştık zaten. Eindhoven' da Erasmus yaptı sonra yetmedi bir de İtalya' da European School of Economics' de 3 aylık bir liderlik programına bursla katıldı. Orada Tango'ya aşık oldu. Gerisini burada bize gezdiği yerleri anlatırken paylaşacak sanırım...

No Comments Yet

Leave a Reply