Sabah saat 10:15 itibariyle Brighton a ayak basmış bulunmaktayım. Güney Britanya’nın en güzel sahil şehri, English Channel kıyısında. Aynı zamanda Britanya’nın gay başkenti. University of Sussex ve Brighton University olmak üzere iki büyük üniversite bulunuyor şehirde. Ayrıca Brighton merkezden başka bir de Hove var. Brighton ile birlikte gelişen bir başka yer. İç içe gelişip büyümüşler. Bu yüzden bir şehirlermiş gibi anılıyorlar. Yazın Kuzey’de gidilebilecek en güzel şehir.
Ben şehir merkezinden uzak Coldean’da, bir arkadaşımın evinde kaldım. Yani bu şehirde bir turistim ama İngiliz hayatı yaşayan bir turist. 😉
Biz gelir gelmez, sıcak bir yer bulup sıcacık bir şeyler içmek istedik. Hemen ilk gördüğümüz yere, mavi beyaz dekorasyonlu Time Out Cafe’ ye girdik. Ben sıcacık bir çay içtim, yol arkadaşım Pınar da krema & marshmallawlu sıcacık sıcak çikolata içti. Buz gibi bir havada geldiğimiz Brighton bizi sıcacık karşıladı. 5-27 Mayıs 2012, Brighton’da festival zamanıymış. Bizim gelmemizle festival başladı. Bir sürü okuldan, bir sürü çocuk türlü türlü kostümlerle sahil boyunca yürüyüş yaptılar. Hepsi birbirinden tatlı, rengarenk, mutlu çocuklar. Kol kola girmiş minik dostlar, kanatlar takmış peri kızları, ayaklı küçük bulutlar. Kırmızılar, morlar, maviler, sarılar, yeşiller… Her yerde, herkeste bir festival havası…
Geçit töreninin bitmesiyle biz şehri keşfetmeye devam ettik. Şehri Güney Sahili’nin eğlence merkezi yapan Brighton Pier’e gittik. Brighton Pier, English Channel üzerine inşa edilmiş bir oyun ve eğlence merkezi, bir tür lunapark. Festival havası şehrin her yerine öyle bir dağılmış ki burayı da es geçmemiş tabii ki. Pier de aynen öyle, rengarenk, cıvıl cıvıl insanlarla dolu. Adrenaline tutkun olduğumdan, oradaki en tehlikeli şey Booster’a binmeden edemedim tabii ki. Booster seni gökyüzüne çıkartır, en tepede 360 derece tepetaklak döndürür ve bunu defalarca yapar. Ama gökyüzüne yakın olma ve o deniz manzarasını bütün çıplaklığıyla en yukarıdan görme fikri beni çok heyecanlandırmıştı. Nitekim harika bir deneyimdi, dönerken attığım her çığlığa değdi. Oyundan çok yukarda beklediğim anın keyfini sürdüm. Birkaç dakika gökyüzündeydim. Sanki oyun parkında değil de boyut değiştirmiş başka diyarlara gitmiştim. Gördüğüm tek şey bulutlar, su ve ufuk çizgisiydi. Sonsuzluk gibiydi. Cennette gibiydim. Sessizlik, gökyüzü ve su. Tam ihtiyacım olan şeylerdi, komik bir şekilde lunaparkta Booster’ a binerek bu ihtiyacı giderdim.
Brighton Pier tam bir oyun dünyası, en ilgi çekici olanı ise aralarında bir de tarotçu olması. Tarotçu adamın yanı 2 saat boş kalmadı inanır mısınız? Biz de Guitar Hero oynadık. Pınar’a 5 kere üst üste yenilince bir şeyler yemenin vakti geldi dedim.
Tam Pier’den ayrılırken iskeleden sahili izlemeye başladık. Birkaç balıkçı, balık tutmaya çalışıyor, bir gelin ve damat fotoğraf çektiriyordu. Hiç haberleri yoktu, onlar başkasına poz verdiklerini sanırken, asıl fotoğraflarını ben çekiyordum.
Bir çılgınlık yapıp, onca restoran arasından hiçbirini seçemeyip, Morrison’da açık büfeden aldığımız salataları sahilde martılarla yağmur altında yedik. Brighton’lı çok tatlı İngilizlerle tanıştık, kaynaştık hatta yetmedi rakı meze bile yaptık. İngiltere’de Türk mekanları bulmak çok kolay. Her köşe başında bir kebapçı mutlaka var.
Ertesi gün festival devam ederken, biz yine sokaklarda şehrin keyfini çıkarmaya devam ettik. Deniz dalga dalga sahile vuruyor. Öyle sert bir rüzgarı var ki bir esti mi iliklerine kadar üşütüyor insanı ama hava güneşliyse, muhteşem, tadına doyum olmuyor. Ben şu an rüzgarlayım, onunla esiyorum. Sular sahilden çekilmiş. Hani hepimizin hayalinde vardır ya su üzerinde yürümek, işte suyun üzerinde yürüyorum parmak uçlarımda, inceden inceden, dalgalarla uzaklara doğru, en uzaklara…
Tac Mahal’e benzettiğimiz Brezilya Sarayı “Pavillion” şehrin merkezinde ve muhteşem bir mimarisi var. Şehre egzotik ve tarihi bir hava vermiş. Brighton’da mutlaka görülmesi gereken bir yer. Pavillion’dan sonra akşam arkadaşlarla Brighton gecesi yapalım dedik. Küçük bir şehirde iki üniversite olunca gece hayatı pek bir renkli oluyor haliyle.
Eğer bir şehre yabancıysam, yerli insanlarla tanışıp, hayat tarzlarını keşfetmek, onların gittiği mekanlara gidip, yediklerinden yiyip, içtiklerinden içmek, müziklerinde dans etmek, benim dünyayı keşfetme yöntemim. Eee… Yöntem bu olunca 3 kişi başladığımız gecede ilk önce “The Black Lion” a gidip, gecenin karanlığında şehrin ışığında sahili turlayıp, gecenin sonunda da “The Pavillion Tavern” de eğlencenin doruklarına ulaştık. Sohbetler ettik, şarkılar söyledik, bilardo oynadık ( ve ben tabii ki yenildim). Çok eğlendik ve geceyi 12 kişi bitirdik.
Geldiğimiz andan beri buz gibi olan Brighton’ da, ayrılmamıza 3 saat kala güneş açtı. Sahil, güneşin tadını çıkarmaya gelen bir sürü insanla doldu. Biz de sahile gittik hemen tabii ki, güneş vardı ama dalgalar hırçın bir şekilde sahile vuruyordu. Üstümdeki bütün kalın şeyleri çıkardım, saçlarımı açtım ve sahilde taşların üzerine uzandım. Yerle bütünleştim. Dalgaların, martıların sesleri, çocukların kahkahaları duyduğum, gördüğüm masmavi gökyüzü, kokladığım deniz ve yosun kokusu. Duyduğum müziğim, gördüğüm hayalim oldu. Bütün koku üstüme sinsin, içime işlesin istedim. Derin bir nefes aldım ve şehre veda ettim…
[imagebrowser id=15]