Roma Amor

Roma… Dünya’nın en büyük antik uygarlıklarından biri olan Imperium Romanum yani, Roma İmparatorluğu’ nun kalbi. Bugün, Akdeniz ülkelerinden İtalya’nın başkenti. Her şeyden önce bir ”düş” tü Roma aşk için, güç için, özgürlük için…

Bu antik şehir Roma ne Julius Caesar’lar, ne Kleopatra’lar, ne tanrılar, tanrıçalar, papalar gördü zamanında. Şimdi sırada ben varım. Beni görme vakti. 😉

Roma benim için hep bir düş olmuştu. Çok iyi hatırlıyorum, 6. sınıfa giderken Russell Crowe’ a Oscar ödülü kazandıran Gladyatör filmini izlemiştim. Bir kere izledikten sonra Roma’ya aşık olmuş en az 50 kez daha izleyip bütün replikleri ezberlemiştim. Ve bir gün Collesium’un, o eski duvarlarına, binlerce yıllık tarihine dokunurken kendimi düşlemiştim. Şimdi düşlerimi gerçekleştirme vakti.

 

Collesium

 

Yine her zamanki gibi ne bir haritam ne de bir rehberim var. Sabahın en güzel saatinde Roma Termini’ deyim. Trenden yeni indim. Plansız programsız geldiğim için kalacak bir yer bile ayarlamadım önceden, kaç gün kalacağım belli bile değildi. Neyse ki Roma İtalya’nın en çok turist ağırlayan şehri ve dolayısıyla bir sürü de otel var. Gerçi otel var da, boş oda bulmak çok zor. Siz yine de gidecek olursanız, önceden bir otele rezervasyon yaptırsanız iyi edersiniz. Hemen bir otel bulup, sonunda kendimi Roma sokaklarına rahat rahat attım.

İlk gittiğim yer Basilica St. Paolo (St. Paul) oldu. Bu bazilika Roma’nın en eski 4 büyük bazilikasından biri. Diğerleri ise St. John Lateran, St. Mary Major, ve St. Peter bazilikaları. Benim gittiğim Basilica St. Paolo Roma İmparatoru 1. Konstantin tarafından yaptırılmış. Bugün bütün ziyaretçilere açık. İçinde “Holy Door” dedikleri “Kutsal Kapı” var. Tavanı baştan sona işlemeli ve bütün azizlerin ve papaların yüzleri ayrı ayrı, altın rengi kabartmalı yuvarlak tabletlerle duvarları süslüyor.

 

Basilica St. Paolo

 

Collesium’a gitmenin tam zamanıydı. Şehir içinde metro, haritasızken işimi kolaylaştıran en mükemmel şey oldu. Etrafta faytonlar, Roma askeri ve gladyatör kostümü giyinmiş eski dönemleri hissetmemizi sağlayan sokak sanatçıları, ressamlar, çalgıcılar, kuşlar, kestaneciler, dondurmacılar, turistler ve daha neler neler… Bu arada hala Gladyatör’ün soundtracklerinden “Elysium” ve “Now We Are Free” adlı parçaları dinlerim. Collesium’dayken de dinliyordum tabii ki. Bulunduğum yere göre dinlediğim müzik her zaman daha fazla hissetmeme yardımcı oluyor.

 

Collesium

 

Collesium’dan sonra diğer yerleri keşfetmek için tekrar yola koyuldum. Roma’nın yollarını, tarihe adlarını kazıyan insanların heykelleri süslüyordu. Antik Roma’dan kalıntılar, saraylar, Mussolini’nin meşhur balkonu… Hepsi iç içe. Roma öyle bir şehir ki Milat öncesini, Orta Çağ’ı, yakın geçmişi ve şu anı bir arada yaşayabiliyorsunuz. Kendimi Piazza Venezia’ da buldum. Burası inanılmaz büyük ve zengin bir saray. İçerisi kanınızın akışını hızlandıracak muhteşem eserlerle dolu. Sarayın en tepesine çıktım ve Roma’ya kuş bakışı baktım. İki yanımda kocaman atlı melek heykelleri, bana kendimi göklerin tanrıçası gibi hissettirdi. Biraz daha kaptırsam kendimi uçabilirdim herhalde. 🙂

 

Piazza Venezia

 

Piazza Venezia

 

Hep biliyordum Aşk Çeşmesi diye bir yer var ama nasıl gideceğime dair hiçbir fikrim yoktu. Üstelik çok gitmek istiyordum. Hava kararmıştı, ertesi gün internetten bulurum diye düşünüyordum. Bu muhteşem sarayı gezdikten sonra sokaklarda dolaşmaya başladım yine. Aklımda müzik eşliğinde, harika bir İtalyan yemeği yemek vardı. Günlerden pazartesiydi ve pazartesileri en ölü günmüş Roma’da. Bütün canlı müzik yapan restoranlarda pazartesileri müzik olmuyormuş, şansa bakar mısınız? Neyse ben yürümeye devam ettim. Değişik sokaklar gezdim, farklı insanları, yollardaki İtalyan aileleri gözlemledim. İtalyanlar Türkler’ e çok benziyorlar. Bir kere çoğu insan İtalyanca’dan başka bir dil konuşamıyor. Kadın erkek ilişkileri de aynı bizimkiler gibi karmakarışık. Mutfak kültürlerine de çok önem veriyorlar. Yani aslında ben millet olarak Avrupa’da kendime en yakın onları görüyorum. Akdeniz ülkesi olmamızdan kaynaklanıyor olsa gerek. Ne de olsa aynı denizi, aynı tarihi, aynı dünyayı paylaşıyoruz.

 

Fontana di Trevi ( Aşk Çeşmesi)

 

Hoopp derken Fontana di Trevi’ nin yani nam-ı değer Aşk Çeşmesi’nin önüne çıktım tesadüfen. Geleneği bozmadım ve çok güzel bir dilek dileyip içine demir para attım. Şansa bak dedim ya birazcık ilerisinde de harika bir restoran buldum. Presidente Ristorante’ nin en sokak ortasındaki masasına oturdum. Hemen başlangıç olarak domates, mozzarella ve fesleğenli Bruscetta, yanında bir kadeh Chianti ve ana yemek olarak da ricotta peynirli ravyoli söyledim. Çok geçmeden elinde gitar, boynunda mızıka olan bir sokak sanatçısı, Dino, restoranın önünde şarkılar söyleyip, çalmaya başladı. Bir süre sonra müşteriler azalınca garsonlar da Dino’ya eşlik ettiler. Hep birlikte benim için Napoli yöresinden “Femenna” adlı şarkıyı söylediler. O kadar hoşuma gitti ki, başka bir şey dilesem resmen olacakmış derler ya hani böyle, iyi ki bu gecenin böyle olmasını dileyip, böyle düşlemişim. O an dileyebileceğim en güzel şeyi dilemişim.

 

Fontana di Trevi

 

Restorandan çıktıktan sonra yağmur yağmaya başladı. Halbuki bütün gece dışarda Fontana di Trevi’yi izlerim diye düşünüyordum. Ama daha iyisi Roma’nın güzelliğiyle kendimden geçmiş ve yağmur altında sırılsıklam olmuş bir halde otele döndüm. Çok güzel, özel ve unutulmaz bir gündü…

Devam edecek…

E. Gonca Ekinci

O ekibimizin en genç üyesi. Londra' da yaşıyor. Çok yer gezip gördüğü için ekipcek onu gezme/ tozma bölümünden sorumlu editör yapma kararını aldık. Üniversite hayatı boyunca 3 farklı okula gitmesinden bunu anlamıştık zaten. Eindhoven' da Erasmus yaptı sonra yetmedi bir de İtalya' da European School of Economics' de 3 aylık bir liderlik programına bursla katıldı. Orada Tango'ya aşık oldu. Gerisini burada bize gezdiği yerleri anlatırken paylaşacak sanırım...

No Comments Yet

Leave a Reply